26 Ağustos 2008 Salı

Bir Ayvalık.


... Bir Ayvalık...

Nal sesleri, iyot kokusu, terleyen ellerim arasında ellerin ve Sen.

Bir fayton gezintisi. Havada insanın derisine yapışan iyotlu bir esinti.Yan yana oturuyoruz. Feri, yıldızlardan ziyade gözlerini, açıp kapatarak, yıllardır suskunken henüz konuşmaya başlamışçasına aralıksız konuşuyorsun. Her zaman öyleydi; daha ziyade zevk veriyor, dinlemek bu kez. Farkına varmasam da mutluluğum yüzüme; yüzümden de gözlerine aksetmiş, olmalı. Heyecanlıyım! Heyecanlısın!
...
Beyaz, beli dar, parçalı bir gömlek var üzerinde. Kırmızı oyalı bir desen, gömleğinin sol göğsünde. En üst iki düğmesini iliklememiş olsan da boğazına doğru genişleyip, sivrilen yakaların, kolalı... Esen rüzgâra ve faytonun hızına rağmen aşağı doğru daralan bir aralık şeklinde sabit tutuyor. Gece mavisi, denim bir pantolon sarıyor, bacaklarını. Gömleğinin etek ucu, inip; belini örtüyor. En alt düğmesini de iliklememişsin gömleğinin, darlığını genişletiyor. Arasından taşlı tokası gözüküyor, yine beyaz deri kemerinin. Bacak bacak üzerine atmışsın… O sevimli ayaklarına, burnu sivri, yüksek ince topuklu, deriden bağcıklarını bileklerine doladığın, açık, beyaz ayakkabılar geçirmişsin. Saçlarını dalga dalga yapmışsın. Başının üzerine yerleştirdiğin güneş gözlüklerin topluyor, zülüflerini başının iki yanında. Ay parçası yüzün daha da belirginleşmiş. Gözlüklerinden sıyrılmayı becerebilen saçların, rüzgârla havada dalgalanıyor.
Bana bakıyorsun…
Aksi esen rüzgâr, başının sağ yanından dalgalanan, gözlüğünün esaretindeki zülüflerini, yüzüne vuruyor. Sağ elinle yüzünden çekiyor, parmakların arasında bir anlığına dolandırıp, tekrar rüzgâra salıyorsun. Tırnakların, eskisi gibi uzun değil. Kesmişsin ve vişneçürüğü ojenden vazgeçmişsin.
Hiç huyum değildir; tenimi bir başkasınınkine birleştirmek. Ama neden bilmiyorum; sol elinin başparmağını, kavrıyorum sol elimle ve sağ elim üstünde, sağ dizimin üzerinde tutuyorum... Tutuveriyor, buluyorum kendimi! Ellerim her zamanki gibi terliyor olsa da. Konuşmayı kesmiyorsun; elini tutmamdan ve ellerimin terlemesinden rahatsız olmadan, konuşuyorsun.
...
Son durak, reçine kokularının iyot kokusuyla meşru seviştiği, zifaf odasıdır, Çamlık. Fayton, duruyor yolun sağında. Doğruluyoruz, yavaşça inmeni bekliyorum, ayakların yere basıncaya kadar elini bırakmadan. Faytoncu, dizginleri gevşetip, sol elini bacaklarının arasından salıyor, hafifçe arkasına dönüp; akşam saatinde iyi bir iş olmanın memnuniyetiyle olsa gerek, yumuşak bir ifadeyle yüzüme bakıyor. İyice doğruluyorum; üzerime yapışan dar pantolonun cebinden, nal sesleri, iyotlu akşam yeli, anlattıkların ve terleyen ellerime rağmen tuttuğum ellerinin eşliğinde sürdüğümüz sefanın ederini çıkartmak için.Faytoncu, uzatmak istemez kesinlikte ve emin ifadeyle;“Akşam sefası” diyor. Anlamıyorum! Kaşlarımı, bir anlığına birbirine yakınlaştırıp, başımı hafifçe aşağı doğru eğerken sağ kaşımı kaldırıyorum, anlamadığımı belli etmek için…
Anlıyor olsa gerek, konuşmamı beklemeden ve o eminliğinden bir şeyler eksiltmeden;
“Akşam sefası, son seferdir. Para alınmaz!”
Bu emin tavır ve bekliyor olman, tedirgin ediyor, beni. Tedirginliğimi yine dişlerimi kenetleyip, sıkıyor olmalıyım, yine yanaklarımın kulak dipleri şişkinleşip, çene kemiklerim belirginleşiyor, olmalı…
Faytoncu, az önceki eminliğine ve içinde bulunduğum tavrıma inat, tebessüm ederek; “vuslat her zaman tenin tene değmesi değildir. Hadi bekletme!...” diyerek faytonun basamaklarını gösteriyor. Biraz mahcup biraz terettüdlü yöneliyorum, basamaklara ve hafifçe kaldırdığımda başımı seni görüyorum; aksak adımlarla ilerlerken ara ara bana bakıyorsun. Gıcırdatarak basamaklarını, iniyorum faytondan. Tam salını tutmuşken kendimi desteklemek için dönüyorum hala bana bakan faytoncuya ve biraz kabullenmiş biraz minnettar bir tavırla kafamı aşağı doğru eğip tebessüm ediyorum. O dingin faytoncu son basamaktan ayağımı toprağa basar basmaz, beygirleri öyle bir kırbaçlıyor ki; şaha kalkarcasına koşturmaya başlarlarken beygirler, tozu dumana katıyorlar.

O toz dumandan alelacele uzaklaşmaya uğraşırken kafamı kaldırdığımda; az ötede saçlarının arasında sevişir buluyorum, denizden kıyıya esen rüzgârı. Ufka doğru inen güneş, sevişir olmanın şevkiyle saçlarını dalgalandıran rüzgâr, güneş ışıklarını sinesine basmış denizin maviliğiyle cilveleşen adaların yeşili ve tüm endamınla sen… Gözlerimin önüne yerleştirilmiş, devasa bir tablo.

Görmediğim elleriyle boyayıp, gözlerimi seyran ettirene binlerce hamdolsun!

Hiç yorum yok: